RSS

Bian jing feng yun / Lethal Hostage (2012)



Uyuşturucu mafyasının mal teslimatı sırasında yaşanan olaylar sonrasında, ufak bir kızın mafya üyesi genç adam tarafından rehine olarak kaçırılıp, Burma'ya götürülmesini ve sonrasında yaşananları anlatan film baba-kızın karşılaşmasıyla açılış yapıyor. Babanın kızına kavuşmak için çabalaması ve yaşadıkları farklı bir kurguyla aktarılıyor. Film bana Johnny To filmlerini anımsattı.

Lethal Hostage'e suç-dram filmi demek daha doğru olur sanırım. 4 bölümden oluşan filmin sade anlatımı ve filmde kimsenin bir ismi olmaması filmi diğer suç filmlerinden farklı bir yere koyuyor.  Filmde sadece anlatılan baba-kız değil elbette... Genç polis memuru ve kız kardeşi, teslimatı  gerçekleştirecek olan bir mafya üyesi ve kızı kaçıran Çinli oyuncu Honglei Sun da var. Dediğim gibi filmde kimsenin adı yok; bir tek siyah köpeğin yani Feng Feng'in adı var. Oyuncuların hepsi çok başarılı performans çıkarmışlar. Baba rolünü oynayan oyuncuya hayran kaldım. Kızını kapıda karşıladığı sahnede özellikle...

Bir suç filmi için şiir gibi film lafını kullanmak biraz garip olsa da, "Bian jing feng yun" etkileyici görselliği ve kurgusuyla benim için şiir gibi bir filme çok yakın bir suç filmi...

Yönetmen Er Cheng'in ikinci yönetmenlik deneyimi ve çok başarılı. Senaryo ve yapımcılık görevini de kendi üstlenmiş.

Sarangni'den genç bir arkadaşın ricası üzerine gömülü altyazıdan çevirdiğim film benim içinde bir ilke sebep oldu.  İlk kez gömülü altyazıyla uğraştım. Biraz zahmetli bir iş olsa da, böyle güzel bir film için uğraştığıma değdi. 






  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Bian jing feng yun / Lethal Hostage (2012) Soundtrack


Dün akşamdan beri filmin soundtrack albümünü dinliyorum. Özellikle filmin sonunda çalan parça favorim. Youtube da Çince arayınca şarkıyı buldum.


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Guzaarish (2010)


"Black" filminin yönetmeni Sanjay Leela Bhansali'den yine başarılı bir dram...


Geçirdiği kaza sonucu felç olan sihirbaz çektiği acılara daha fazla dayanamaz ve ötenazi olmak ister. Hindistan yasalarına göre yasak olan ötenazi hakkını elde etmek için mahkemeye başvurur...

"Mar adentro" filminin Hindistan versiyonu olan film görselliği, doğal oyunculukları ve muhteşem şarkılarıyla izleyeni büyülüyor...







  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Rizhao Chongqing / Chongqing Blues (2010)


Sinema dilini, hikâye anlatımını sevdiğim yönetmen-senarist ve yapımcı Wang Xiaoshuai yine hoş bir dramla buluşturuyor bizi. Chongqing Blues; hüzünlü bir aile dramını anlatıyor. Daha doğrusu, Çinli bir baba-oğulun trajik öyküsünü...

Yıllar önce eşini ve oğlunu terk edip başka bir şehre yerleşen Kaptan Lin, sefer dönüşü oğlunun ölüm haberini alır ve Chongqing’e gider. Bir kadını rehin almasıyla başlayan trajik olayın sonrasında polis tarafından oğlunun öldürüldüğünü öğrenen baba, olaya karışan insanlarla birebir görüşmek, yaşananları onlardan dinlemek ister. Oğlunun böyle bir şeyi neden yaptığını anlamaya  çalışan, yas tutan babanın içinde bulunduğu içler acısı hali çok yalın bir şekilde yansıtan yönetmen diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de sadelikten, doğallıktan ödün vermeden, görsel olarak başarılı bir filme imza atmış. Dört filmini izlediğim yönetmene seyrettiğim ilk filmi "Beijing Bicycle" ile hayran kalmıştım. 

Film baba-oğulun hikayesini aktarırken arka planda da Çin’deki nesil farkından ve 
hızla gelişen büyükşehirde yaşamanın ne kadar zor olduğundan; aile fertlerinin arasındaki bağların kopukluğundan ve yeni nesil gençlerin içinde bulundukları yalnızlıktan da bahsediyor aslında.

Filmde en etkilendiğim sahne; oğlunun kamera kaydındaki görüntüsünden büyük bir fotoğraf yaptıran babanın net olmayan fotoğrafa bakıp oğlunu hatırlamaya çalıştığı sahneydi. En son 9 yaşında gördüğü oğlunun 20'li yaşlarda nasıl bir delikanlı olduğunu görmek istemesi çok hüzünlüydü. 

Çok sakin ilerleyen film; hüzünlü, yürek burkan bir öykü...



Yönetmenin filmiyle ilgili yaptığı röportajdan alıntı:
“Chongqinq çok tuhaf bir yer. Çin’in iç kısımlarında yer alan Sichuan bölgesinin en önemli şehirlerinden biri. Günümüzün hayat dolu Çin’nin gerçek bir temsilcisi olmasına rağmen işçi sınıfının yaşadığı, mütevazı bir yer. Düşük kaliteli, büyük binalarıyla, daha çok mavi yakalıların yaşadığı, özellikle samimi atmosferi ile dikkat çeken bir şehir. Ben sürekli hareket halinde olan bir adamın hikâyesini anlatmak istedim. Chongqing’de yaşarken çoğu zaman dışarda, nehirdeki teknelerde çalışmış. Boşandıktan sonra, daha uzağa taşınarak nehrin aşağı kısmında yaşamaya başlamış. Şimdi ise deniz kenarında yaşıyor ve oradan denize açılıyor. Filmin adındaki “hüzün” kelimesini gerçekten seviyorum. Chongqinq sürekli sis altında kalan bir şehir. Güneş burada çok az görünür. Hatta bazıları buraya sis başkenti adını takmışlar. Sis, bulutlar ve kapalı bir gökyüzü nedeniyle burada yaşayanlar her zaman biraz hüzünlüdür. İşte babanın çok derinden hissettiği hüzün tam da böyle bir şeydir.”











  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Grand Master / Yut doi jung si (2010)


Uzun zamandır merakla beklenen The Grandmasters filminin ilk fragmanı yayınlandı!

Kar Wai Wong beş yıldır üzerinde çalıştığı yeni filmini tamamladı. Göz dolduran oyuncu kadrosuna sahip olan filmin şimdilik sadece Çin'deki gösterim tarihi 18 Aralık olarak açıklandı. 

Kar Wai Wong "The Grand Master" filminde, Bruce Lee’nin hocası, kung-fu ustası Ip Man’in hayatını anlatıyor. Filmde Ip Man’i canlandıran Tony Leung'e, Ziyi Zhang ve Chen Chang eşlik ediyor.





  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Den som dræber / Those Who Kill (2010)


Den som dræber / Those Who Kill (2010) ikişer bölümlük 5 kısımdan oluşan,
5 ayrı seri katil soruşturmasını barındıran bir dizi. 4 farklı yönetmen tarafından çekilen dizi Danimarkalı kadın yazar Elsebeth Egholm'un yazdığı çok satanlar listesinde yer alan polisiye-suç roman serisinden uyarlanmış. Danimarka yapımı polisiye dizide her bölüm farklı bir seri katilin işlediği cinayetleri soruşturan ekip, adli tıp ekibi ve adli psikiyatristin de yardımıyla olayları çözmeye çalışıyor.

Diziyi izlemeye başladığımda başrolde hayran olduğum Danimarkalı oyuncu, yakışıklı aktör Jacob Cedergren'in olduğunu bilmiyordum. İlk bölümde arz-ı endam ettiğinde çok sevindiğimi söylemeliyim. Oyunculuğuyla, karizmasıyla, ses tonuyla oyuncu olarak doğmuş biri... 

Başrollerde kadın dedektif Katrine Ries Jensen rolünde Laura Back ve adli psikiyatrist Thomas Schaeffer rolünde Jacob Cedergren var. Ayrıca soruşturma bölümünü yöneten Magnus Bisgaard rolünde Lars Mikkelsen ve adli tıp uzmanı Mia rolünde Lærke Winther Andersen yer alıyor. 5 farklı olayı anlatan 5 bölümden oluşan dizinin her bölümü sinema filmi tadında ve bir buçuk saate yakın süresi var... (Dizi esasen 10 bölüm ama ikişerli bölümler halinde 5 olayı incelediği için diziyi 5 bölüm olarak yazıyorum, karışıklık olmasın...)


Beş bölümü tek tek anlatmak yerine ilk bölümün bir kısmını anlatıp, diziyle ilgili bir şeyler yazmak en iyisi gibime geliyor. Ufak bir not: dizinin ilk bölümünü The Killing dizisinin ödüllü yönetmeni Birger Larsen yönetmiş. 

Korulukta bir kadın cesedi bulunur ve bu olayı araştırma görevi dedektif Katrine'e verilir. Adli tıp uzmanı cesedin 5-6 yıl önce gömüldüğünü söyler. Cesedin DNA örnekleri incelemeye alınır. Katrine davayı çözmesinde yardımcı olması için adli psikiyatrist Thomas'dan yardım ister. Genç adam artık polisle çalışmadığını söylese de Katrine'nin bıraktığı dosyayı inceledikten sonra dedektife yardım etmeye karar verir. Başka kadın cesetleri bulununca işler daha karmaşık bir hal alır. Thomas Schaeffer seri katillerin profillerini çıkarıp, kurban ve katil arasındaki bağlantıları çözmeye başlar. 

Dizide polisin canice cinayetler işleyen seri katilleri bulmaya çalışmaları anlatılırken, aynı zamanda  Thomas'ın oğlu ve karısı da hikayeye dahil olur. Kişisel sorunları olan Thomas'ın bir süre sonra karısı ile olan ilişkisi de zor bir döneme girer. Çok fazla altı çizilmese de geçmişte bazı kötü olaylar yaşayan dedektif Katrine'in de psikolojik sorunları olduğunu dizinin ilerleyen bölümlerinde anlıyoruz. Bu noktada şunu belirtmek de yarar var. Diziye sadece polisiye-gerilim-suç dizisi demek yanlış olur. Çünkü dram yönü de ağır basıyor. 

Broen dizisinde olduğu gibi bu dizide de İskandinav ülkelerine has o kasvetli-kapalı hava diziye ayrı bir güzellik katmış. Her bölümde ele alınan seri katil davası incelikle işlenmiş. Kuzey Avrupa'ya has bir güzellik barındıran çekim teknikleri, özgün hikaye anlatımı ve başarılı oyunculuklarıyla sevdiğim dizilerden biri oldu "Den som dræber" ...


Dedektiflerinde bizler gibi korkuları-kişisel sorunları olduğunu izleyene hatırlatan dizi seri katillerin profil analizlerine-adli tıp incelemelerine de detaylı olarak yer veriyor. Ayrıca dizide olay yeri incelemeleri ve soruşturma sahneleri çok gerçekçiydi.
Amerikan dizilerinden ayrılan noktası bence (ve en önemlisi)... oyuncuların başarılı performansları, Avrupa dizilerine has özgün bir havası ve anlatımı olması....

Dizi çok beğenilince Den som dræber - Fortidens skygge (2011) adında 90 dakikalık bir film çekilmiş. Maalesef filmi internette çok aramamıza rağmen bulamadık. Bu harika dizinin çevirmeni sevgili Ying Yang filmin çevirisini de yapmak istiyor. Umarım filmi çok yakında bulabiliriz.

Seri katilleri konu alan gerilim ve aksiyon tozu yerinde polisiye-suç-dram türünün başarılı örneği olan Danimarka yapımı diziyi izlemenizi tavsiye ederim. Amerikan dizilerinden sıkılanlara ilaç gibi gelecek... benden söylemesi...



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

İz (Reç) / Rêç (2011)


“Toprağına Gömülemeyen Anaların Hatırasına”

Yönetmen M. Tayfur Aydın’ın ilk uzun metraj filmi olan İz (Reç) Yavuz Ekinci’nin 
“İncir” adlı öyküsünden uyarlanmış. Filmin senaryosunu yönetmen Aydın yazmış. 
Son seyrettiğim iki Türk filminden (Nar ve Dedemin İnsanları) umduğumu bulamadığım için İz’i izlemeye başlarken inşallah güzel bir filmdir diye içimden geçirmedim değil.

80 yaşlarındaki Şeristan nine, oğlu Mirza ve torunlarıyla İstanbul’un varoşlarında yaşamaktadır. Devletin zorla boşalttığı köylerinden 20 yıl önce İstanbul’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Şeristan nine hastalanır ve oğlundan kendisini köyüne götürmesini ister. Oğlu Mirza'ya; “Eğer yapabiliyorsan, buna cesaretin ve gücün varsa... 
beni vatanıma götür, oraya göm.” der. Ufak torunu Hevi’nin de yapacakları yolculuğa katılmasını ister. Böylelikle film yol filmine dönüşür. Trenle Batman’a yapılan iki günlük yolculuğa ve sonrasına şahit oluruz. Spoiler vermemek adına daha fazla yazmak istemiyorum.




Derdini etkileyici şekilde anlatmayı başaran eli yüzü düzgün, başarılı bir ilk film. Filmin ikinci yarısını daha çok sevdiğimi eklemeliyim. Filmin başlarında yer alan Hevi ile aşık olduğu kızın yer aldığı sahneler bana hem gereksiz, hem de oyunculuk olarak çok zayıf geldi. Bilal Bulut maalesef Hevi'nin yaşadığı kimlik bunalımını ve rolünü hakkıyla canlandıramamış. 

Filmde Şeristan nineyi canlandıran Melahat Bayram hiç sinema deneyimi olmamasına rağmen çok doğal ve içtendi. Necmettin Çobanoğlu da Mirza karakterinin içinde bulunduğu psikolojik durumu başarılı şekilde seyirciye hissettirmeyi başarıyor. Çekimleri İstanbul, Diyarbakır ve Batman’da gerçekleştirilen filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Emre Konuk harikalar yaratmış. Hele uzak plan çekimler muhteşemdi...

Doğunun coğrafyasının etkileyici görselliği, müzikleri (özellikle ninenin trende söylediği türkü) ve çarpıcı finaliyle sevdiğim bir film oldu İz (Reç). Filmin insana odaklanması filmi daha da özel kılıyor. Bir oğlun anasına verdiği sözü tutmak için çabalaması seyre değer. Son karesinde öylece kalakaldığım ender filmlerden biri...




Filmi izleyenler için yönetmen Tayfur Aydın ile yapılan röportaj:

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...