RSS

İz (Reç) / Rêç (2011)


“Toprağına Gömülemeyen Anaların Hatırasına”

Yönetmen M. Tayfur Aydın’ın ilk uzun metraj filmi olan İz (Reç) Yavuz Ekinci’nin 
“İncir” adlı öyküsünden uyarlanmış. Filmin senaryosunu yönetmen Aydın yazmış. 
Son seyrettiğim iki Türk filminden (Nar ve Dedemin İnsanları) umduğumu bulamadığım için İz’i izlemeye başlarken inşallah güzel bir filmdir diye içimden geçirmedim değil.

80 yaşlarındaki Şeristan nine, oğlu Mirza ve torunlarıyla İstanbul’un varoşlarında yaşamaktadır. Devletin zorla boşalttığı köylerinden 20 yıl önce İstanbul’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Şeristan nine hastalanır ve oğlundan kendisini köyüne götürmesini ister. Oğlu Mirza'ya; “Eğer yapabiliyorsan, buna cesaretin ve gücün varsa... 
beni vatanıma götür, oraya göm.” der. Ufak torunu Hevi’nin de yapacakları yolculuğa katılmasını ister. Böylelikle film yol filmine dönüşür. Trenle Batman’a yapılan iki günlük yolculuğa ve sonrasına şahit oluruz. Spoiler vermemek adına daha fazla yazmak istemiyorum.




Derdini etkileyici şekilde anlatmayı başaran eli yüzü düzgün, başarılı bir ilk film. Filmin ikinci yarısını daha çok sevdiğimi eklemeliyim. Filmin başlarında yer alan Hevi ile aşık olduğu kızın yer aldığı sahneler bana hem gereksiz, hem de oyunculuk olarak çok zayıf geldi. Bilal Bulut maalesef Hevi'nin yaşadığı kimlik bunalımını ve rolünü hakkıyla canlandıramamış. 

Filmde Şeristan nineyi canlandıran Melahat Bayram hiç sinema deneyimi olmamasına rağmen çok doğal ve içtendi. Necmettin Çobanoğlu da Mirza karakterinin içinde bulunduğu psikolojik durumu başarılı şekilde seyirciye hissettirmeyi başarıyor. Çekimleri İstanbul, Diyarbakır ve Batman’da gerçekleştirilen filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Emre Konuk harikalar yaratmış. Hele uzak plan çekimler muhteşemdi...

Doğunun coğrafyasının etkileyici görselliği, müzikleri (özellikle ninenin trende söylediği türkü) ve çarpıcı finaliyle sevdiğim bir film oldu İz (Reç). Filmin insana odaklanması filmi daha da özel kılıyor. Bir oğlun anasına verdiği sözü tutmak için çabalaması seyre değer. Son karesinde öylece kalakaldığım ender filmlerden biri...




Filmi izleyenler için yönetmen Tayfur Aydın ile yapılan röportaj:

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Isabella / Yi sa bui lai (2006)





İlk izlediğim uzakdoğu filmlerinden biri Isabella. İzledikten çok sonraları özel istek üzerine çevirisini de yaptım. Müzikleri, Macau'nun muhteşem manzaraları ve Isabella Leong'un duru güzelliği ile aklımda yer eden sevdiğim bir film.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

28 Days Later... / 28 Gün Sonra (2002)


28 Gün Sonra favori korku filmlerinden biri, en az 7-8 kez izlemişimdir.Devam filmini beğensem de ilk filmi daha çok seviyorum. Filmin soundtrack albümü de çok başarılı...


Remix versiyonları:

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Do-ga-ni / Silenced (2011)


Do-ga-ni, 2005 yılında Güney Kore'de Gwangju şehrindeki işitme engelli çocukların kaldığı yatılı bir okulda yaşanmış gerçek olayları aktarıyor. Okul Müdürünün ve iki öğretmenin okuldaki bazı kız ve erkek çocuklarına uyguladıkları fiziksel şiddet ve cinsel tacizleri anlatan film, davanın mahkeme sürecine de yer veriyor.

Jee-young Cong'un romanından uyarlanan filmin senaryosu yönetmen Dong Hyeuk Hwang'a ait. Başrollerde Yoo Gong ve Yu-mi Jeong yer alıyor. Filmde gerçek taciz davasında adı geçen 6 öğretmen ve diğer çocukların hepsine yer verilmemiş. Ayrıca filmin yayınlanmasından sonra Gwangju şehrinde yaşanan protestolar sonucu okul Kasım - 2011 yılında kapatılmış.



In-ho Kang (Yoo Gong) annesini ve kızını Seul'de bırakıp, Gwangju şehrindeki
Ja Ae İşitme Engelliler Okulunda resim öğretmeni olarak göreve başlar. In-ho Kang okulda yaşanan bir olay sonrasında, bazı çocukların fiziksel şiddete ve cinsel tacize maruz kaldığını öğrenir. İnsan Hakları Derneğinde çalışan Seo Yoo-Jin (Yu-mi Jeong) ile birlikte iki erkek ve  iki kız çocuğuna uygulanan bu insanlık dışı olayı kamu oyuna duyurup, bu suçu işleyen adamların cezalandırılmalarını sağlamaya çalışırlar.Sağlamaya çalışırlar diyorum çünkü yetkili kurumlar olayın kendi kurumlarını ilgilendirmediğini, diğer kurumun soruşturması gerektiğini söylerler.

Devlet kurumları tarafından sahip çıkılmayan çocukların mahkeme süreci boyunca da
bu iki genç insan çocukların yanlarından bir an olsun ayrılmazlar. Suçu işleyen iki kişi okulun kurucusunun oğulları olunca, adamların suçsuz olduklarını savunan yardakçıları da çok olur. Çocuklara inanmayan, inanmak istemeyen bazı kişiler müdürün kiliseye yaptığı yüklü yardımları dile getirirler. Yargılanan okul Müdürü ve kardeşi paranın gücünü ve nüfuzlarını da kullanarak Hakim ve Savcıyı bile satın alırlar.


Ufak çocukların kamera karşısında ifade verişleri, mahkeme salonunda yaşananlar, büyükannesinin davadan çekildiğini öğrendiğinde Min Soo'nun isyanı ve video kayıtlarını savcıya teslim eden iki genç insanın mahkeme salonunda yaşadığı şok... filmin açılışında ufak oğlanın intiharı en sarsıcı sahnelerdi...

Çocuk oyuncular öylesine başarılı performans sergilemişler ki, bir an sanki olayın belgesel kayıtlarını izliyor hissine kapılıyorsunuz. Ayrıca yönetmen yaşananları tüm gerçekliği ve yalınlığıyla aktarmış. Son dönem izlediğim en etkileyici filmlerden biri oldu "Silenced". İşitme engelli çocukların yaşadıklarına kulaklarını tıkayan yürekleri engelli insanları izledikçe isyan ettim. Bu dünya tatlısı çocukların başına gelenleri izlerken bazen küfretmedim desem yalan olur... Onlarla bir ben de ağladım, yüreğim sıkıştı.

Do-ga-ni, daha geçen aylarda ülkemizde yaşananları hatırlattı bana. 13 yaşında
26 erkeğin tecavüzüne uğrayan N.Ç.'nin davasında alınan karar Türkiye'yi ayağa kaldırmıştı. Kendi rızasıyla birlikte olmuştur diye hükme varmıştı mahkeme. 26 kişinin titrlerini düşünürseniz....

Adalet kavramının her ülkede aynı şekilde uygulandığını seyretmek adalet sistemine olan inancımızı da yerle bir ediyor. Adaletin terazisinin nüfuzlu ve maddi gücü elinde bulunduran kişilerin tarafına ağır bastığını bir kez daha gözler önüne seriyor film.

Adaletin adil şekilde uygulandığı, gerçek suçluların doğru düzgün yargılandığı, tecavüzlerin - şiddetin olmadığı bir toplum bulmak ne kadar zorlaştı dünya denen cehennemde...

Bu film gelecekle ilgili umutlarımı aldı götürdü bir anlamda....




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Bron / Broen / The Bridge (2011)


Danimarka ile İsveç arasında bağlantı sağlayan Öresund Köprüsünde kısa bir süreliğine elektrik kesilir ve köprü aydınlandığında tam da Danimarka – İsveç sınırının olduğu noktada yerde yatan bir kadın cesedi bulunur. İki ülkeninde  emniyet güçleri olay yerine gelir. Malmö Emniyetinden İsveçli dedektif Saga Norén (Sofia Helin) ve Kopenhag Emniyetinden Danimarkalı Martin Rohde (Kim Bodnia) böylelikle tanışırlar. 

Buldukları İsveçli politikacı bir kadının cesedidir; arabası da İsveç plakası olunca soruşturmayı İsveç Emniyeti üstlenir. Görevliler adli tıpa götürmek için cesedi yerden kaldırmaya çalışınca cesedin bel kısmından kesilip ikiye ayrıldığının farkına varırlar. Adli tıpta yapılan incelemeler sonucu cesedin alt kısmının ölen politikacı Kerstin Ekwall’a ait olmadığı anlaşılır. Cesedin diğer kısmı 13 aydır kayıp olan uyuşturucu bağımlısı bir fahişeye aittir. 23 yaşındaki kayıp Monique Brammer Danimarkalı olduğu için iki ülkenin ortak bir soruşturma yapması kaçınılmaz olur. Saga bunu başta kabul etmek istemez gerçi…

Temposu hiç düşmeyen polisiye dizisi daha ilk bölümüyle de farkını gösteriyor. Birbirlerinden çok farklı olan biri kadın biri erkek iki dedektifin katili bulmaya çalışmaları çok daha karmaşık olayları araştırıp çözmelerine kadar ilerlerken, Martin’in aile ilişkileri ve Saga’nın gariplikleri de öyküye eklenince dram ve komedi tozu ayarında bir gerilim-gizem ve polisiye dizisi izliyoruz.


Bron / Broen yani "Köprü" ilk bölümüyle insanda bağımlılık yapan başarılı bir İsveç – Danimarka ortak yapımı… Broen seyrettiğim diğer polisiyeler gibi değil, bir çok türü içinde barındıran dizi görselliği ve diyalogları ile de izleyeni fazlasıyla tatmin ediyor.

Çok sevdiğim dizilerle ilgili bir şeyler yazmak istemem nedense. Hem sevdiğim şeyleri paylaşmak istemem, hem de sanki yazdıklarımda eksik bir şeyler olacak, diziyi tam hakkıyla anlatamayacakmışım gibi gelir. Umarım Broen’a yakışan bir şeyler yazabilirim.


İtiraf etmem gerekirse ilk bölüm dedektif Saga’ya biraz gıcık oldum. Ama sonrasında kadını daha iyi tanıdıkça farklı kişiliğinin hoş yanlarını, doğallığını ve aşırı açık sözlü olmasını sevdim. En çok da zekasına hayran kaldım. Birçok erkeğin çözemediği, akıl edemediği şeyi kendini toplumdan soyutlayan bu sarı saçlı güzel kadın çözüyor. Hele bara gidip de eve erkek atışı, çok komikti. Nezaket kurallarından hiç haberi olmayan genç kadına Martin yol yöntem öğretmeye çalışırken, aslında kendisi de Saga’dan bazı şeyler öğrenir.

Dedektiflerin peşinde olduğu katil çok zekidir.Uzun süredir bu işi planladığı, araştırmalar ilerledikçe anlaşılır. Yaşanan ahlaki çöküşten ve sosyal sorumluluktan bahseden notlar gönderen katil, gazeteci bir adam aracılığıyla iletmek istediklerini halka, medyaya duyurur. Toplumsal yozlaşmaya dikkat çekmek için 5 farklı olay gerçekleştireceğini de iletir. Saga ve Martin’in ekibi elinden geleni yapsalar da katil hep onlardan bir adım öndedir. İşlenen cinayetler ve yaşanan olayların örgüsü çok zekice işlenmiş. Ayrıca İskandinav ülkelerinin bulutlu, kasvetli havası diziye ayrı bir güzellik katmış.

Kadın-erkek ilişkileri, aile bağları, diğer insanlardan çok farklı olan genç bekar bir kadının hayatı, polislerin olayları araştırma süreçleri…. O kadar çok konuya ve olaya değinen bir dizi ki... Sağlam kurgulanmış, seyir keyfi yüksek bu harika diziyi mutlaka izleyin derim....


Hem Martin, hem de Saga rolündeki iki oyuncu da muhteşemler. Diğer yan roller de çok başarılı… Dizide favori oyuncum  Saga rolündeki Sofia Helin oldu. Saga’nın zekası, insanları umursamayan rahat tavrı, bir gram bile makyajsız doğal hali ve diyalogları harikaydı. Martin Rohde rolündeki Kim Bodnia sevdiğim bir oyuncuydu, bu diziden sonra kendisine hayranlığım daha da arttı. Bundan sonra izleyeceğim her polisiye diziyi sanırım Broen ile karşılaştıracağım, aynı kaliteyi arayacağım.

10 bölümlük mükemmel bir dizi Broen. Nette ikinci sezonun bu sene sonu çekileceğini okudum ama bence devamının yapılmasına hiç gerek yok. Çünkü finali de çok başarılıydı. Acaba ne olacak diye bir şey düşünmüyorsunuz. Dizinin son karesini izledikten sonra aklınıza takılı kalan bir şey olmuyor... 

Saga'nın yüzü halen gözümün önüne geliyor ve söylediği sözleri düşündükçe tebessüm ediyorum. Sevdiğim, pardon "sevdiğim" lafı az kalır.. Bayıldığım bir dizi oldu Broen.




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Babycall / Ölümün Sesi (2011)



Kocasının çocuğuna uyguladığı şiddetten kaçan Anna (Noomi Rapace) 
8 yaşındaki oğlu Anders (Vetle Qvenild Werring) ile Oslo’da bir apartman dairesinde yaşamaktadır.Devletin koruma altına aldığı, adresi yetkililerce saklı tutulan kadın yine de kocasının onları bulacağından korkmaktadır. Anne olarak oğluna karşı aşırı derecede korumacıdır. (Yaşadıklarının da bunda payı olsa gerek, ama geçmişte yaşadıklarına bizler şahit olamıyoruz.) Sürekli oğlunun başına kötü bir şey geleceğini düşünüp, bir an bile oğlunu gözünün önünden ayırmak istemez. Yaşadıkları kadının psikolojisini çok kötü etkilemiştir. Geceleri oğluyla aynı yatakta uyur, daha doğrusu uyuyamaz. Uykusuzluk sorunu, yaşadığı bazı anları hatırlayamamasına da sebep olur. 

Devletin görevlendirdiği iki kişi sürekli aileyi denetler. Andres’in ayrı odada yatması ve okula gitmesi konusunda baskı yaparlar. Velayet davası halen sürdüğü için, genç annenin söylenenleri kabul etmekten başka seçeneği kalmaz. Oğlundan bir saniye bile yalnız kalamayan Anna, bebek telsizi almaya karar verir. Bebek telsizi almaya gittiği dükkanda Helge (Kristoffer Joner) ile tanışır. Aralarında garip bir dostluk başlar. Çünkü ikisi de birbirlerine çok benzeyen garip tiplerdir, toplumdan kendilerini soyutlamış bu iki yetişkin birlikte kahve içip, sohbet ederler.

Oğlunu odasına yatırdığı ilk gece bebek telsizinden garip sesler duyan Anna çok korkar. Anders'in mışıl mışıl uyuduğunu görünce, seslerin başka daireden geldiğini anlar. Hangi daire olduğunu bulmaya çalışır… 

Anna'nın gördüğü sanrılar, Helge ile dostluğu ve oğlunun yeni arkadaşı da öyküye dahil olunca gerilim-psikolojik dozu yer yer değişen karmaşık bir psikolojik-gerilim-drama dönüşen filmin finali de izleyeni tatmin edemiyor ne yazık ki...


Telsizden gelen garip bağrışmaların olduğu ilk sahnesi çok etkileyiciydi. Filmin bu sahneye kadar olan kısmını beğendim ama sonrasında sıkıldığımı itiraf etmeliyim. 
Keşke başladığı gibi devam eden bir film olsaydı... Oyuncuların yetersiz performansları, öykünün kurgusu ve aşırı boğucu atmosferi belli bir süre sonra çekilmez oluyor.

“The Girl with the Dragon Tattoo” ve devamı olan iki filmde Lisbeth Salander rolünde harika performans gösteren Noomi Rapace, bu filmde maalesef oyunculuktan sınıfta kalıyor. Anders'in ablası gibi duran, a
nne rolü üzerine hiç oturmayan oyuncu, aynı yüz ifadesiyle tüm film ortalarda geziniyor. 

Senaryosu da yönetmen Pal Sletaune’e ait olan filmin sonunun önceden tahmin edilmesi ve senaryodaki eksiklikler yüzünden belli bir noktadan sonra izleyene sıkıntı veren bir film olmaktan öteye geçemiyor "Babycall"… 

"Naboer" gibi bir film çeken yönetmenden beklentim yüksekti. Sevemediğim bir Norveç filmi oldu. Anna'nın bunalımları bana ağır geldi sanırım.




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Detective Dee and the Mystery of the Phantom Flame / Dedektif Dee ve Gizemli Alev (2010)


Lin Qianyu’nun “Detective Dee and the Mystery of the Phantom Flame” adlı romanından sinemaya uyarlanan film, Tang Hanedanının Hükümdarlığı zamanında geçen bir dedektiflik hikâyesini anlatıyor. Tsui Hark'ın yönettiği filmin başrollerini
Andy Lau, Carina Lau, Bingbing Li ve Chao Deng paylaşıyor.

Çin’in ilk kadın hükümdarı İmparatoriçe Wu’nun taç giyme töreni öncesinde yaşanan bazı esrarlı ölümleri ve Dedektif Dee’nin bu ölümleri araştırmasını anlatan film M.S. 689 yılında geçiyor. Bazı üst düzey bürokratlar bir kadının hükümdar olmasına karşı çıkar ve buna engel olmaya çalışırlar.

İmparatoriçe Wu, taç giyme töreninden önce Çin’in en büyük Buda anıtı inşasının bitmesini emreder.Bir türlü tamamlanamayan büyük Buda anıtında şüpheli bir ölümle başlayan film, anlatılan ilginç hikâyesinin gerilimini ve temposunu hiç düşürmeden başarılı şekilde yansıtıyor.Birdenbire alev alan, feci şekilde yanarak ölen saray görevlilerinin şüpheli ölümünü araştırması için İmparatoriçe Wu, Dedektif Dee’nin serbest bırakılmasını emreder. Yıllar önce vatana ihanet ve isyan suçlamasıyla Dee’yi mahkum eden kişi de İmparatoriçe’dir. 


Filmde hayran kaldığım sahnelerden biri... Andy Lau yine muhteşem oyunculuğu ve dövüş sahnelerindeki performansıyla beni büyüledi. En sevdiğim karakter Dedektif Dee oldu. Karizması, espri anlayışı, zekası ve ince ruhuyla...

Ayrıca filmdeki İmparatorluk keşişinin büyülü geyiği, Domuz Wang, hayalet pazarı denen yer çok ilginç ve yaratıcıydı.. Filme bayıldım, deyim yerindeyse gözümü kırpmadan izledim. Süresi iki saat olmasına rağmen hiç sıkılmadan, keyifle izledim. Çinlilerin havalarda süzülüp dövüştükleri, yer çekiminin olmadığı masalsı filmlere büyük bir hayranlığım var. Gizemli, doğaüstü öğeler barındıran filmlerle aranız yoksa izlemeyin, çok şey kaçırdığınızı bilin yeter... 


"Dedektif Dee ve Gizemli Alev", ustalıkla kurgulanmış, hiç düşmeyen temposuyla, özellikle fantastik dövüş sahnelerinin çekim teknikleri ve estetiği ile muhteşem bir film. Görselliğiyle izleyeni büyüleyen bir Tsui Hark filmi…. 

Bir Çin Sineması geleneği olan dövüş ustalarının maceralarını konu alan wuxia türü olan filmin, yönetmeni Tsui Hark filminin yalnızca gösterişli dövüş sahnelerinden oluşan destansı bir kahramanlık öyküsü olmaması için, incelikle işlenmiş senaryosunu ve mizah duygusunu da işin içine katarak seyir keyfi yüksek bir wuxia filmine imza atmış.


Tsui Hark, Vietnam’ın Saigon kentinde yaşayan Çinli bir göçmen ailenin çocuğu olarak 1951 yılında doğmuş. Küçüklüğünden beri sinemaya derin ilgi duyan Tsui Hark, 
13 yaşında kamera kullanmaya başlamış ve 1984 yılında film stüdyosunu kurmuş. 
Tsui Hark “A Better Tomorrow” ve “Bir Zamanlar Çin’de” gibi filmlerle ülkesinde ve 
yurt dışında tanınarak, Hong Kong sinemasında yeni bir döneme girilmesine de önderlik etmiş. Yönetmen Tsui Hark için, wuxiayı çekici kılan en önemli etken, türün masalsılığı, görkemi ve kendisine gerçek yaşamdan tamamen bağımsız dünyalar oluşturma şansı vermesiymiş. Batılı eğitim görmüş olan Tsui Hark, film teknikleriyle büyülerken, filmlerinde klasik Çin kültürünü de yansıtmaya büyük önem veriyor. 

Film eleştirmeni Li Xiaofei ,“Tsui Hark’ın dünyası, özgür ve sıra dışı. Hatta bundan 10 sene sonra gelecek yönetmenler bile, Tsui Hark’ın hayal gücüne ulaşamayabilecekler. “ demiş. 


Aksiyon, suç, gizem, fantastik ve komedi türlerini barındıran "Dedektif Dee", 2010’daki Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için aday gösterildi. Kuzey Amerika prömiyerini ise 2010 Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirdi.

Yansıttığı dönemin başarılı sahne dekorları ve oyuncuların kostümleriyle, Dedektif Dee'nin çözmeye çalıştığı gizemli ölümlerle, hatta öykünün sonlarına doğru yönetmenin bizi ters köşeye yatırmasıyla "Dedektif Dee" eğlenceli bir dedektiflik hikâyesi... 
Tam anlamıyla görsel bir şölen....

Sevgili dostuma harika çevirisi için teşekkür ederim. Ellerine sağlık Ying Yang'ım.


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...