RSS

Mia



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Elbowroom / Soom (2010)


İngilizce altyazısının çıkmasını beklemeden, Korece seyrettiğim ilk ve tek filmdir Soom. Fragmanını seyrettiğimde çevirisini yapmaya karar vermiştim. Öyle de oldu…
Güney Kore’den alışılmış kalıpların çok dışında, küçük bütçeli, bağımsız sinema filmi…




Filmin neredeyse geneli, zihinsel engelli gençlerin kaldığı kiliseye bağlı bir kurumda geçmektedir. Beş yaşındayken annesi tarafından bu kuruma bırakılan Soohee’nin hayatından bir kesit sunan film, güzel genç kız Soohee’yi anlatmaktadır.

Uzun süredir kaldığı bu kurumun temizlik işlerine de yardım eden genç kızın kendi gibi zihinsel engelli bir sevgilisi vardır. İki sevgili gizli gizli buluşmaktadır, bu buluşmalardan birinde birlikte olurlar ve Soohee hamile kalır… Haftanın belli günleri kuruma gelen gönüllü hayırsever kadınlar, genç kızlara banyo yaptırıp, çamaşırlarını yıkar, temizlik işlerinde yardımcı olurlar. Bir gün bu gönüllü bayanlardan biri, Soohee’nin hamile olduğunu anlar ve yetkililere haber verir. Doktor muayenesi sonrası, kurumun müdürü olan papaz kızın durumunu saklamaya çalışır. Kendince planlar yapar ama olayı örtbas etmesi pek mümkün değildir. Bu tip hayır kurumlarını denetleyen bir kurumun olaydan haberi olunca, işler değişir…


Filmin başrol oyuncusu ve filmi tek başına sürükleyen karakter Soohee'nin(Park Ji Won) gerçek hayatta da engelli biri olması filmi daha da özel kılıyor. Serebral palsi yani beyin felçli aktris Park Ji Won böylesi zor bir işin altından başarılı şekilde kalkmayı başarmış. Yaşama azminden etkilenmemek elde değil. Filmdeki rolünü düşündüğümde kendisine hayranlık ve saygı duyuyorum.

Yönetmen ve senarist Kyoung-Rock Ham; bilindik, klişe bir sinema dili kullanıp; genele hitap eden bir film yapmak yerine, ilk filminde cesurca davranıp özgün bir yapıma imza atmış. Bazı konuları yüzeysel olarak anlatmayı seçen yönetmen, anlattığı öyküyü izleyenin tamamlamasını istiyor gibi... Zaman zaman seyirciye belgesel izliyormuş hissi veren film, yaşananları sorgulamak, deşmek yerine farklı kurgusuyla da akılda yer ediyor. Filmi çok samimi, gerçekçi bulduğumu söylemeliyim...

Ayrıca ufak bir ekleme; Uluslararası Roterdam Film Festivali’nde de yer alan film, 
bir çok festivalde de gösterilmiş.

Tüm engellere rağmen, sevmek-sevilmek isteyen Soohee'yi anlatan, duygu sömürüsü yapmayan, alışılmış filmlerden farklı bir seyir keyfi vaad eden bir dram… 

Bağımsız sinemadan hoşlananlara…


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

The Yellow Sea / Hwanghae (2010)



The Chaser'ın yönetmeni Na Hong-Jin'in ikinci filmi "Yellow Sea",
Taksi Şoförü, Katil, Joseon Çetesi ve Sarı Deniz isimli dört bölümden oluşan
2.5 saatlik bir gerilim-aksiyon-suç filmi...

Çin’in Yanbian Özerk Bölgesinde taksicilik yapan Goo-nam(Ha Jung-woo) sefil bir hayat sürmektedir. Hem kumar borçlarını, hem de karısının Kore’ye giderken vize işlemleri için aldığı borçları ödeyemediği için peşindeki alacaklı adamlar yüzünden sürekli hırpalanmaktadır. Kore’de çalışıp, eve para göndereceğini söyleyen karısından da haber yoktur. Yaşlı annesi ve minik kızıyla, çok zor şartlarda yaşayan Goo-nam bir gün aldığı bir iş teklifiyle hayatı değişir. Her türlü pis işi yapan mafya patronu Myung-Ga (Kim Yun-seok) Seul’de bir adamı öldürüp, başparmağını ona getirmesi karşılığında tüm borçlarını ödeyeceğini söyler. İlk başlarda bu teklife sıcak bakmayan Goo-nam’ın kabul etmekten başka seçeneği yoktur. Haber alamadığı karısını Kore’de bulma şansını da kaçırmak istemez. Tam anlamıyla dibe vurmuş bir halde olan taksici tetikçilik yapmayı kabul eder ve Seul’e kaçak yollardan giriş yapması sağlanır. Öldüreceği kişi hakkında hiçbir bilgisi olmayan genç adamın, elinde sadece bir adres vardır. Adresi bulup, adamı öldürmek için uygun anı beklemeye başlar. Ve tam harekete geçeceği gece hiç beklenmedik olaylar yaşanır…

İşlemediği cinayetin arananı durumuna düşen Goo-nam, avcıyken av olur.
Peşindeki polisleri, suç çetelerini atlatıp Çin’e geri dönmek istese de bu o kadar 
kolay olmayacaktır…


Film aynı zamanda Çin-Rusya-Kuzey Kore sınırının Çin tarafında yer alan Kore Özerk Bölgesi Yanbian'da yaşayan yoksul insanların kaçak işçi olarak Güney Kore’ye girişlerini ve yapılan insan ticaretini-suç şebekelerini de aktarıyor…

 The Chaser filmiyle büyük beğeni toplayan yönetmen aynı başarısını ikinci filmde tam olarak gösteremiyor maalesef. Çok iyi bir ilk saatin ardından film öylesine dağılıyor ki, şu film bitse de kurtulsam modunda izlemeye başlıyorsunuz. Son bir buçuk saatini estetikten yoksun, gereksiz bol kanlı dövüş ve araba kovalamaca sahneleri arasında filmin ana karakterlerini takip etmeye, konudan uzaklaşmamaya çalışsanız da film raydan çıkmış bir tren misali yol almaya devam ediyor...

Ustaca kurgulanmış bir anlatıma sahip olan ilk yarının sonrasında film vasatın üzerine çıkamıyor. Sanki iki farklı yönetmenin elinden çıkmış bir film gibi... İkinci yarıda psikolojik-gerilim ve suç filmi kulvarından çıkan film, bol kanlı bir aksiyon filmine dönüşüyor.


Nette filmi Dalkomhan insaeng(2005) ve Oldboy(2003) filmleriyle kıyaslayan yorumlar görünce çok şaşırdım. Zira bahsedilen filmlerin kıyısına bile yaklaşamayacak bir filmle karşı karşıyayız.

Favori filmlerimden olan The Chaser’ın yönetmeninden sağlam bir gerilim-suç filmi izleyeceğim demiştim Yellow Sea için… Ne yazık ki, The Chaser kalitesinde, ayarında bir film değil. Yine de Ha Jung-woo ve Kim Yun-seok'u bir kez daha birlikte izlemek filmin artılarından...



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Belvedere (2010)


Srebrenitsa katliamı; 11 Temmuz 1995’de Hollandalı Komutan Thom Karremans’ın Sırp generale (çetnik birliklere) teslim ettiği 8000 Müslüman erkeğin ve çocuğun, Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından güvenli bölge olarak ilan edilmiş bölgede Sırplar tarafından katledilerek yine aynı güvenli bölgede kazılan toplu mezarlara gömüldüğü katliamdır. Srebrenitsa katliamı, II. Dünya Savaşı’ndan, bu yana Avrupa'da gerçekleşmiş en büyük toplu katliam olması ve Avrupa’daki hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş soykırım olması açısından da önem taşır.


Adını katliamdan kurtulanlar için Gorajde şehrinde kurulan Belvedere mülteci kampından alan film, savaşın üzerinden geçen 15 yıla rağmen, günlerini toplu mezarlarda geçiren, yakınlarının nereye gömüldüklerini öğrenmek isteyen, çaresizlik içinde bulunan cesetlerin arasında yakınlarını arayan Boşnak kadınların hazin, acıklı öyküsünü aktarmaktadır.

Kocalarını ve evlatlarını katliamda yitiren kadınların insani ve çok doğal bir isteği vardır… 

Aile bireylerinin bir mezarı olmasını istemektedirler. Avrupa’nın göbeğinde yaşanan insanlık dışı katliamın üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen, başka toplu mezarlar ortaya çıkmaktadır. Arama çalışmaları ve bulunan kemiklere uygulanan DNA tespit işlemleri çok yavaş ilerlemektedir. 
Boşnak kadınlar bir umutla, çaresizlik içinde beklemektedir.

Belvedere, Boşnak Ruveyda ve kardeşlerinin hikâyesi üzerinden Srebrenitsa katliamında ailelerini yitiren, yalnız ve acılı kadınların içinde bulundukları trajik durumu, yalın ve gerçekçi bir şekilde gözler önüne seriyor.

Film, sadece Belvedere kampında yaşayan üç kardeşin içinde bulunduğu psikolojik ve toplumsal duruma odaklanmıyor. Yönetmen Imamovic, yaşanan vahşetin boyutlarını daha geniş açıdan görmemiz için; bulunan toplu mezarlarla-mezarlardan çıkarılan insan kemikleriyle; Boşnak kadınların-kızların kayıplarını kamuoyuna hatırlatmak, unutturmamak için köprü üzerinde yaptıkları eylemle de senaryosunu pekiştirmiş.

Üç kardeşin yaşadıkları acıyı kabullenişi, hayata tutunma çabaları farklılık gösterse de hepsinin yüzlerinden, tavırlarından, bakışlarından acılarını görebiliyor, hissediyorsunuz…

Savaş öncesi öğretmenlik yapan Ruveyda, öylesine içine kapanık, kendi kabuğuna çekilmiştir ki; tekrar öğretmenlik mesleğine dönmek istemez. Sağlık sorunu olan ağabeyine hemşirelik yapar. Onu hayata bağlayan tek bir şey vardır… o da, ailesinin cesetlerini bulmaktır. Evladını ve kocasını öldüren Sırp’ın (çeltik) kim olduğunu bilir, cesetleri nereye gömdüğünü 
öğrenmek için elinden 
geleni yapar. 

Filmde genç kadının Tanrı ile yaptığı içsel konuşmaları, Ruveyda’nın hissettiği acıyı, feryadını, evladına ve kocasına olan özlemini içtenlikle yansıtıyor ve böyle bir acının üstesinden gelebilmenin-kabullenebilmenin ne denli zor olduğunu hissettiriyor izleyene...  
Filmden gerçekten çok etkilendim ama bir anne, bir eş olarak en etkilendiğim sahneler Ruveyda'nın içsel konuşmalarının olduğu sahnelerdi. 


Katliamda ailesini yitiren, belden aşağısı olmayan ağabey ise bir anlamda hayatta olduğuna isyan etmektedir. Sağlık sorunu olmasına rağmen yaşadıklarını unutmak için kendini içkiye vermiş, oğlu Harun ile de sağlıklı bir iletişim kuramamaktadır. Karısını ve evlatlarını kaybeden Aliya’nın bakımını kız kardeşleri üstlenmiştir. Tıpkı diğer geride kalanlar gibi, Alija da yaşadıklarını unutamaz, bir an gelir Tanrı’ya isyan eder. Kız kardeşi Ruveyda’ya şöyle der: “Allah neden hayatta kalmama izin verdi, bir türlü anlamıyorum. Güzel kardeşim, söylesene… Allah neden canımı almadı?” 
 İki kardeşin acılarını paylaştıkları bu sahne filmde en etkilendiğim sahnelerden biridir. 
İki oyuncu da öylesine doğallar ki, izlerken boğazımda bir yumru düğümlendi.

Ruveyda’nın ablası Zeyna da katledilen kocasının ve oğullarının cesetlerinin bulunmasını bekler umutsuzca. Diğer iki kardeşten daha farklı olan Zeyna, kendi halinde, daha iyimser, olanları çaresizce kabullenmiş gibi görünmektedir. Oğlu Adnan bir anlamda annesinin hayata tutunmasını sağlar. Oğlu Adnan yani Ado ise hem mülteci kampından kurtulmak, hem de kendince yeni bir hayata başlamak için Sırbistan’da yani Belgrad’da yapılacak “Biri Bizi Gözetliyor “ formatındaki yarışmaya katılmayı kafasına koyar ve başvurusu kabul edilir.

Film, bu dört ana karakterin hayatından kesitler sunar. Yönetmen filmin genelini siyah beyaz olarak çekmeyi tercih etmiş; 
hikâyenin daha iyi algılanmasında ve akılda kalıcı olmasında bu kararının yeri yadsınamaz …


Filmdeki tüm oyuncular başarılı performans sergilemişler. Başroldeki Sadzida Setic, doğal ve mükemmel oyunculuğuyla gerçekten rolünün hakkını vermiş. Setic repliklerini gözleriyle, yüzüyle söylüyor sanki... Ayrıca Ruveyda’nın ağabeyi Aliya rolünü canlandıran Nermin Tulic’i de çok 

başarılı buldum.

Siyah beyaz çekimlerin etkileyici ve şiirsel olmasının yanı sıra, reality şov görüntülerinin renkli kullanılması; anlatılan öyküyü daha çarpıcı kıldığı aşikâr. 
Siyah beyaz, acıyı, yokluğu, gerçek hayatı aktarırken; renkli görüntüler refahı, yapaylığı, kaygısız insanları aktarıyor... ironik şekilde harmanlıyor sanki... Siyah beyaz ve renkli görüntülerin kurgusunun da çok başarılı olduğunu belirtmeliyim. Senaryonun yazımında da yer alan Boşnak yönetmen Ahmed Imamovic ikinci uzun metraj filmi Belvedere ile düşündüren, sorgulayan, başarılı bir filme imza atmış.

Film, savaşın bitmesinin yaşanan acıların unutulacağı anlamına gelmediğini bir kez daha hatırlatıyor bizlere. Geride kalan kadınların-insanların içinde bulundukları hazin durumu gözler önüne seren Belvedere, Srebrenista annelerinin acısını yüreğimize kazıyor âdeta….






  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

10 minuta / 10 Dakika (2002)

Yönetmen Ahmed Imamovic 2002 yılında çektiği kısa filmi “10 minuta” ile 
Avrupa Film Festivali'nde En İyi Kısa Film Ödülü'nü kazanmıştır.  Boşnak yönetmen,  
savaşta 10 dakikanın insanlar için ne ifade ettiğini çarpıcı bir şekilde yansıtmış. 

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Flamenco, Flamenco (2010)



“Gerçekten güçlü ve yeni bir flamenko var, genç yeteneklerin flamenkosu” diyen Carlos Saura,  yeni yeteneklerle, yine muhteşem bir şölen sunuyor.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Kyatapirâ / Caterpillar (2010)

Spoiler içermektedir.  


Yıl 1940... İkinci Çin-Japon Savaşı sürmektedir. Özel askeri bir araçla evine getirilen Teğmen Kurokawa cephede çok kötü şekilde yaralanmıştır. Kollarını ve bacaklarını kaybeden Teğmen, konuşma yetisini yitirmiştir. Ve yüzünün bir kısmı da yanmıştır.  Bu şekilde hayatta kalması mucize olan Teğmen ve karısının öyküsü anlatılıyor, ama anlatılan sadece bu değil tabii ki…

Film kimilerine göre +18 olabilir, cinsellik barındıran filmleri izlemek istemeyenler filmden 
uzak dursun derim. Bu filmi düşündüğümde benim aklıma gelen , savaşın neden olduğu acılar ve bir kadının içler acısı hayatı- hayata isyanı… Bir de kolsuz-bacaksız bir adam gözümün önüne geliyor… Kimileri için filmde ön plana çıkan, cinsellik olabilir ama ben aynı fikirde değilim…


Eve getirilen kocasını o halde gören Shigeko ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bakar ve aniden evden çıkıp koşmaya başlar. Sinir krizi geçiren kadın, eşinin erkek kardeşine “Bir şey söylesene! Onun kocam olmadığını söyle!” diye haykırır. Sarsıcı bir giriş yapan filmde, Teğmenin sakat haliyle oturduğu sahneyle yapılan açılışta çarpıcıdır. Zira filmde Savaş Tanrısı olarak adlandırılacak olan Teğmen bu haliyle Tanrı olmaktan çok, çok uzaktır. “Caterpillar” yani “Tırtıl”  başlangıcından, son karesine kadar savaş karşıtı söyleminden ödün vermeyen;  Teğmen Kurosawa ve karısı arasında yaşananlar üzerinden,  savaşın insanlar üzerinde yarattığı etkileri ve savaşın doğurduğu sonuçları anlatan etkileyici bir film. 

Filmin, Edogawa Rampo ismiyle anılmasına gelirsek…

“Caterpillar” (Imomushi)  isimli kısa hikâye,  Edogawa Rampo tarafından 1929 yılında yazılmıştır. Rampo’nun yazdığı orijinal öyküye sadık kalan bir kısa film çekilmiştir. Bu yüzden sinemaseverler iki filmi karşılaşma gereği duyuyorlar. Orijinal öykü  “Rampo Jigoku” filminde yer almaktadır. Çevirisini yaptığım “Rampo Jigoku” filmiyle ilgili bir yazı yazmak istiyorum. O zaman orijinal öykü üzerinde daha detaylı konuşuruz.

Rampo’nun yazdığı orijinal hikâye,1904-1905 yıllarında yaşanan Rus-Japon Savaşında geçmektedir. O savaş Japonya’nın kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Oysa Wakamutsu’nun filminde anlatılan öykü İkinci Çin-Japon Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde geçmektedir. Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları sonrasında, Japonya yenilgiyi kabullenmiştir. Senaristler orijinal hikâyeye sadık kalmak istememişler; sadece karakterleri,  sakat Teğmen ve karısını öykülerine dahil etmişler. Başka bir deyişle;  “Caterpillar” Edogawa’nın yazdığı öyküden esinlenerek çekilmiştir diyebiliriz. Ayrıca orijinal öykünün özündeki, Japon militarizmini eleştirme konusuna sonuna kadar sadık kalınmış. Yönetmen Wakamutsu filmini daha siyasi-ideolojik bir söylemle, farklı bir bakış açısıyla çekmek istedi sanırım. Koji Wakamutsu'nun "pinku eiga" yani "pembe film" denilen akımın temsilcilerinden biri olduğunu da ekleyeyim.

Savaş kahramanı ilan edilen Teğmen Kurokawa, Japon İmparatoru tarafından madalyalarla onurlandırılmıştır. Teğmenin gazetede yer alan kahramanlık öyküsü, köy meydanında okunduğunda köylüler onu yerel kahraman ilan ederler ve Savaş Tanrısı olarak adlandırırlar. 
Eşi eve getirildiğinde görümcesinin Shigeko'ya söylediğine benzer şeyler söyler köylü kadınlar. Madalyalarının aile için bir onur olduğunu, İmparatorlarına hizmet ettiklerini ve eşine çok iyi bakması gerektiğini söylerler. Japonların böyle büyük bir acıyı bile milliyetçi duygularla kabullenebilmelerini ve Japon militarizmini anlamak çok zor. Teğmenin karısı başlarda bunu kabullenmek istemez,  ama o da bir süre sonra kocasının,  onurlu bir Savaş Tanrısı olduğuna inanmaya başlar.

Teğmenin tek yaptığı, yemek yemek ve uyumaktır. Sürekli karısıyla cinsel ilişkiye girmek ister. 
İlk başlarda buna sesini çıkarmayan Shigeko, zaman ilerledikçe tavrını değiştirir. Geçmişte kocasının ona yaşattığı acılar ve uyguladığı şiddetten dolayı, kırılan kalbi bir an gelir isyan eder. Belki de ilk kez kocasına karşı gelerek, adama hakaret eder ve onu aşağılar. Savaş Tanrısı olmasıyla alay eder. Bu sahne en etkilendiğim sahnelerden biridir. Kadın olmanın, her şeye sessiz kalmakla eş olduğunu savunan, kadınlara  koşulsuz itaat etmeyi aşılayan toplumların doğurduğu çaresizlik ve biriken acıların, yıllarca içinde sakladığı isyanın-öfkenin bir anda 
ortaya çıkması…  

Filmde önemli yere sahip olan bir sahneden de bahsetmek isterim. Japon askerlerinin Çinli kızlara, kadınlara tecavüz ettiği sahnede Savaş Tanrısı Teğmende bulunmaktadır. Ve filmde 
bir sahne var ki, çok etkileyici. O sahnede Teğmen Çinli kıza tecavüz eden  kendi yüzünü, yani kendi silüetini görür…

Bir kadın olarak filmin geneline baktığımda, savaş karşıtı söylemin yanı sıra feminist bir yaklaşımda görüyorum. Tecavüz edilen Çinli kızlar, bir anlamda eşinin tecavüzüne uğrayan Shinobi, köylü kadınların içinde bulunduğu koşullar… Ezilen, kötü muameleye maruz kalan, tecavüze uğrayan, birey olarak görülmeyen kadınlar… Eşine itaat et, İmparator’a itaat et, hizmet et, itaat et… Sivil cepheyi koruduklarını söyleyen, sürekli marşlar okuyan,  kadınlıklarını asla yaşayamayan, birey olarak algılanmayan, çalışması gereken - bir işçi olarak görülen kadınlar…

Ayrıca filmin sonunda idam edilen savaş suçlusu olarak kabul edilen Japon askerlerinin arşiv görüntülerine de yer verilmiş. Yönetmen, tecavüz gibi insanlık dışı olaylara karışan Japon askerlerine yer vererek kendi ulusunun da yaptıklarına kayıtsız kalmak istememiş olabilir. 
Bir anlamda, savaşta insanlık suçunu işleyenler arasında bizde vardık diyor.

Keigo Kasuya ve Shinobi Terajima, her ikisi de müthiş oyunculuk sergilemişler ve yönetmen Wakamutsu bunu başarılı şekilde beyazperdeye yansıtmış. Filmde Kasuya^nın yani Teğmen’in daha belirgin ve zor bir rolü olmasına rağmen, doğal ve başarılı oyunculuğuyla öne çıkan isim Terajima olmuş. Rol çalan aktris Shinobu Terajima’nın  mükemmel performansı olmasaydı, filmin bu kadar etkileyici olacağını hiç sanmıyorum. Terajima'nın performansına hayran kaldığımı belirtmek isterim. Oyuncu bu filmiyle, Berlin Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandı. Teğmen rolündeki aktör Keigo Kasuya da rolünün altında ezilmemiş. Çok gerçekçiydi… Filmde ayakları üzerinde gösterilen sahneler olmasaydı eğer, bu rol için engelli birini bulmuşlar diye düşünecektim.

Üzerine konuşulacak çok fazla şey barındıran film, radyodan yayınlanan askeri bildirilerle ve gerçek savaş görüntüleriyle anti-militarist söylemini daha da güçlendiriyor. Filmin sonunda verilen rakamlarla savaş denilen şeyin sadece yıkım ve ölüm demek olduğunun da bir kez daha altı çiziliyor. Bitiş jeneriğinde Nazım Hikmet’in 1956 yılında yazdığı “Kız Çocuğu” şiirini Japonca dinlerken, bir yanda seyrettiğiniz savaş görüntülerini düşünüyorsunuz…

Küçük bütçeli bir film olan Caterpillar; sorgulayıcı, akılda kalıcı, harika performansların yer aldığı savaş karşıtı, etkileyici bir dram… 

Filmin çevirisini yaparken, bazı sahnelerde ağladığımı da söylemeliyim.


Nazım Hikmet'in şiirini Japonca dinlemek isteyenlere...

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Léon / Sevginin Gücü (1994)



“Léon:  Senin biraz büyümek için zamana ihtiyacın var.
Matilda: Ben büyüdüm, Léon. Artık yaşlanıyorum.”

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Un cuento chino (2011)




Roberto (Ricardo Darin) yalnız yaşayan, insanlarla diyaloga girmeyi pek sevmeyen, çok dürüst biridir. Ailesinden kalan binada, nalburiyecilik yapar. 
Çok sade, sakin, düzenli bir hayatı vardır. O kadar düzenlidir ki, neredeyse 
her gün sattığı malların sayımını yapar.

Bir gün şans eseri Jun ile tanışır. Aksi biri gibi görünse de, özünde iyi bir 
insan olan Roberto, taksi şoförünün arabadan attığı Çinliye yardımcı 
olmaya çalışır. Yalnız bir sorun vardır. İkisi farklı lisanlar konuşmaktadırlar. 
Çinli tek kelime İspanyolca bilmez, Ricardo’nun Çince bilmediği gibi… 
Jun, Buenos Aires’e amcasını aramaya gelmiştir. Amcasını bulmak 
sandığı kadar kolay olmayacaktır. Film, amcayı bulmaya çalışmalarını ve 
çok farklı kültürlere sahip, birbirlerine yabancı bu iki erkeğin dostluğunu anlatmaktadır. 

Duygusal bir ilişkiye de yer verilen öyküde, Ricardo’nun hoşlandığı genç 
bir bayanda yer alıyor.  Gerçi tek başına yaşamaktan mutlu görünen 
Ricardo, kadınla pek ilgilenmiyormuş gibi davranmaktadır. 



Filmin enteresan başlangıcı, sonuna kadar sizi merakta bırakmayı başarıyor. “Gökten, düşen inekte neydi?” diye kendi kendinize sormadan edemiyorsunuz. Filmdeki tek absürtlük bu da değil… Ricardo Darin’in canlandırdığı Roberto karakteri hobi olarak gazetelerin üçüncü sayfasında yayınlanan absürd haberleri kesip, biriktirmektedir. Bu gazete kupürlerindeki olayların kendi başına geldiğini hayal eder.

Dramatik ama aynı zamanda  ince bir mizaha sahip olan film yaratıcı - özgün 
bir senaryoya sahip. İzlerken düşündüren filmin kurgusu da dikkat çekici…
Çin’de başlayıp, Buenos Aires’de devam eden öykü, filme yakışan bir güzellikte 
son buluyor. 


İnsanların birbirlerini anlayabilmeleri ve dostluk kurmaları için lisanın 
o kadar da önemli olmadığının altını çizen film, oyuncuların performanslarıyla da göz dolduruyor.Özellikle başarılı aktör Ricardo Darin, yine oyunculuğunu konuşturmuş. Harika performansıyla izleyeni büyülüyor.  

Filmin afişini ilk gördüğümde, Ricardo Darin bu sefer çiftçi olacak galiba demiştim. 
İtiraf etmeliyim ki; böyle eli yüzü düzgün, farklı bir seyir keyfi olan, izlerken insanı gülümseten hoş bir dramla karşılaşacağımı düşünmemiştim. 

Arjantinli yönetmen Sebastian Borensztein bu filmiyle,Uluslararası Roma Film Festivali’nde  En İyi Film Ödülü olan “Marc’Aurelio”yu kazandı. Ayrıca filmin 
4 ödülü ve 11 adaylığı da var.




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Sonbahar (2008)

“Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…” 



Katıldığı uluslararası birçok festivalden ödülle dönen “Sonbahar” son dönem 
Türk sinemasının yüz akı filmlerinden biri...

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Frida (2002)


Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon


Harika bir soundtrack… Yirminci yüzyılın en önemli kadın ressamlarından biri olan Frida Kahlo’nun hayatını anlatan film, başarılı bir roman uyarlaması Sık sık dinlediğim albümü sizinle paylaşmak istedim.




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Güpegündüz İçmek / Najsul (2008)




Daytime Drinking

Güney Kore sinemasından çıkan az sayıdaki festival filminden biri…

Hyuk-jin’in deliler gibi sevdiği sevgilisi onu terk edince,arkadaşlarıyla kafaları çekmeye gider.Aşk acısını unutmasını isteyen dostları, hep birlikte yolculuğa çıkmayı önerirler genç adama. Mezuniyetlerinden beri birlikte yolculuk yapmayan arkadaşlar, Jeongseon’daki panayıra gitmeye karar verirler. Hyuk-jin köpeğine bakacak kimse olmadığını söyleyerek, caz yapmaya çalışsa da arkadaşları onu ikna etmeyi başarır. Ertesi gün buluşmak üzere sözleşirler…

Kararlaştırdıkları gibi buluşma yerine gider Hyuk-Jin, ama ne gelen vardır ne de giden. 
Cep telefonu da kapsama alanı dışında olduğu için tek başına Jeongseon’a gider. Panayır bitmiş, dükkânlar kapanmış ve ortalarda kimseler yoktur.

Arkadaşlarından birini arayıp,Jeongseon’a vardığını, nerede olduklarını sorar. Telefondaki arkadaşı “Ciddi misin sen? Ne işin var orada?” der. Arkadaşları içkiyi fazla kaçırınca sızmış ve uyanamamışlardır. Biraz geçte olsa, fena halde ekildiğinin farkına varır. Hyuk-Jin’in telefondaki arkadaşı, Jeongseon’da pansiyon işleten bir tanıdığı olduğunu, orada kalabileceğini, birkaç gün sonra kendisinin de oraya geleceğini söyler.

Hyuk-Jin kuş uçmaz kervan geçmez, sessiz bu yerde ne yapacağını düşünmeye başlar…
Çıktığı bu yolculukta yeni insanlarla tanışıp, içki alemlerinde yer alır. Eve dönüş yolunda yaşadığı maceralar onun için bazen eğlenceli, bazen de kabustan farksız olacaktır

İnsanı gülümsetirken düşündüren, komedi ve dramın zekice harmanlandığı sakin, dingin bir film…

Sizinde içi boş, sulu komedilerle aranız yoksa, festival filmlerini seviyorsanız izleyin derim. 
Her bünyede alkol nasıl farklı etki gösteriyorsa, bu filmde bünyenizde farklı bir etki gösterecektir… 

Najsul, insanı gülümseten, akılda kalıcı, keyifli, trajikomik bir yol filmi… 


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Snijeg / Kar (2008)


Bazı filmler vardır, izledikten sonra içinizden filmle ilgili sayfalar dolusu yazı yazmak gelir. İşte “Snijeg” de o filmlerden biri…
Nereden başlasam… Filmin samimi ve gerçekçi havasından mı...
Yoksa savaş bitse bile, yaşanan acıların asla silinemeyeceğini biz izleyenlere hatırlatan, başarılı bir filme imza atan Bosnalı genç kadın yönetmen Aida Begiç’ten mi…

Bosna Savaşında Sırpların uyguladığı soykırımın üzerinden iki yıl geçmiştir. Yıl 1997 Gorajde şehri yakınlarında yıkık dökük, yemyeşil bir Bosna köyü… Bu gözlerden ırak dağ köyünde, savaş sırasında kaybolan kocalarını bekleyen bir avuç kadın ve yetim çocuk, köyün tek erkeği ayağı aksak bir dede yaşar.

Köydeki kadınlar birbirinden o kadar farklı karakterlere sahiptir ki… Tıpkı gerçek hayattaki gibi... Hepside hayata tutunmaya çalışan kadınlar… Elbirliğiyle yaptıkları reçelleri ve turşuları yol kenarında satıp, geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Filmin en önemli başkarakteri Alma, hasta ve aksi bir kadın olan kayınvalidesiyle birlikte yaşamaktadır. Alma’nın hayali vardır, bir umutla bu hayalinin gerçekleşmesini bekler. Tüm reçelleri satıp zengin olacaklarını ve yaklaşan kış mevsimini rahat şekilde geçireceklerini hayal eder.

Bu kadınların eşleri, kardeşleri, evlatları, ana ve babaları öldürülmüştür ama kayıplarının cesetlerini asla bulamadıkları için, 
halen yaşadıklarına inanmak isterler. Sanki kendilerine ait bir dünya yaratmışlardır, sadece onlara ait olan bir dünya...

Bir gün köye bir Sırp gelir ve topraklarının değerlendiğini yüksek bir fiyata satın almak istediğini söyler. Kış yaklaşmaktadır. Sırp “Kar yağdığında ne yapacaksınız?” der. Aniden ortaya çıkan bu adam köyde yaşayanların hayatını değiştirecektir...


 Yaşadıkları onca acıya katlanmaları, kadınların ve yetimlerin bir aradayken bile yalnızlığı yaşamaları, köydeki yaşamlarına devam etmeye çabalamaları, zaman zaman fikir ayrılığına düşseler de birbirlerine destek olmaları çok naif ve gerçekçi bir sinema diliyle aktarılmış.

Filmde yer alan oyuncuların hepsi öyle doğal ve samimi ki, izleyiciye de o gerçeklik duygusunu hissettiriyorlar. Alma rolünü üstlenen Zana Marjanovic ise duru güzelliği ve mükemmel oyunculuğuyla filme ayrı bir güzellik katmış. Belvedere filminin başrol oyuncusu Sadzida Setic’in yine çok başarılı olduğunu da eklemek isterim.

Uluslararası festivallerde övgüyle söz edilen “Snijeg”, 
61. Cannes Film Festivali’nde kazandığı Grand Prix ödülünün yanı sıra pek çok festivalden de ödülle döndü. Bosnalı genç kadın yönetmen ilk uzun metraj filmiyle Bosna-Hersek’te yaşanan insanlık dramını tüm dünyaya bir kez daha hatırlattı. “Snijeg”, Angelina Jolie’nin Bosna’daki savaşla ilgili çektiği filme de ilham kaynağı olmuş. 

Yönetmen Aida Begiç, filminin Jolie’ye ilham kaynağı olmasıyla ilgili olarak; “Filmimin hikâyesi aslında küçük, samimi bir hikâye. Açıkcası bu kadar geniş kitlelere hitap edebileceğini düşünmüyordum. 
Bu anlamda küçük bir Bosna hikâyesinin dünya çapında insanlara ulaşmak için yol bulabilmesi bana mutluluk veriyor” demiş. Ayrıca Aida Begiç, savaşta en çok mağdur olan kadınlara karşı kendini sorumlu hissettiğini ve ciddi hikâyeyi ciddiyetsiz bir şekilde işleme lüksü bulunmadığını da eklemiş.

Kadın yönetmen tarafından kadın duyarlılığıyla çekilmiş; kadınları anlatan, yüreğinize dokunmayı başaran, son karesinde öylece kalakaldığınız bir film…

“Grbavica” ve “Belvedere” gibi çok beğendiğim, asla unutamayacağım filmlerden biri...


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Oldboy / Oldeuboi (2003)

Klipler spoiler içermektedir.




Oldboy’a geldi sıra… Çok sevdiğim soundtrack olmazsa olmazlarımdan… Koridordaki kavga sahnesini de eklemek istedim.

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Mildred Pierce (2011)

James M. Cain’in aynı adlı romanından uyarlanan 
beş bölümlük mini dizi...


1930’larda Amerika’da yaşanan büyük ekonomik buhran dönemidir. Mildred Pierce evinde turta yapıp satarak ev ekonomisine katkı sağlamaya çalışmaktadır. Kıskançlık yüzünden kocasıyla tartışır ve eşi evi terk eder. Mildred, iki kızıyla birlikte hayatlarına devam etmeye çalışır. Ama bu hiç de kolay değildir. Yaşanan ekonomik buhran beraberinde işsizliği ve yoksulluğu da getirmiştir. İş arama çabaları başarısızlıkla sonuçlandıkça genç kadın umudunu yitirmeye başlar. Öğle yemeği yemek için gittiği bir lokantada garson olarak işe girmeyi başarır…Garsonluk yaparken tanıştığı Monty Beragon’a âşık olur. Ve...



Dizi; Mildred’in eşinden ayrıldıktan sonraki hayatını, yaşadığı tutkulu âşkı, başarılı bir iş kadınına dönüşmesini, özellikle büyük kızı Veda ile olan ilişkisini yalın ve etkileyici bir dille aktarıyor.(Kızın annesine karşı hiç hoş olmayan tavrını – öfkesini de...) O dönemde çalışan Amerikalı kadınların çalışma hayatında yaşadıkları zorluklara da yer verilmiş...


Diziyi neredeyse tek başına sürükleyen Kate Winslet rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Dizideki tüm oyuncuları çok doğal ve başarılı buldum. Sadece, Kate Winslet’in oynadığı karakterin kimi sevdiği kişilere bazı konularda karşı gelememesi, zayıf kalması (Mildred Pierce’nin başardığı onca şeyi göz önüne aldığımda) beni biraz sinir ettiğini söylemeden geçmek istemem. Özellikle annenin, büyük kızına karşı takındığı tutum…


Kendi gençlik hayallerini gerçekleştiremeyen anne; kızı Veda’nın hayallerini gerçekleştirmesi için elinden geleni yapar. Ayrıca kadın azminin nelere kadir olduğunu izlemek çok keyifliydi benim için…

1930’lar ve 1940’ların havası – kostümleri başarılı bir şekilde yansıtılmış. Bilhassa Veda’nın seslendirdiği Aryalar mükemmeldi. 
Diziyi beğendiğimi söylememe gerek var mı bilmem...  

Ayrıca ufak bir dipnot; aynı romandan uyarlanan 1945 yapımı bir filmde mevcut.

Yazıyı Kate Winslet’in hoş bir resmiyle bitirelim…




 

  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...