RSS

Tender Son: The Frankenstein Project / Duyarlı Evlat- Frankenstein Projesi (2010)


Anne ve babası tarafından ufak yaşta terk edilen Rudolf yetimhanede büyümüştür. Artık 17 yaşında bir delikanlı olan genç, Noel'de elinde bir demet çiçekle annesini görmeye gelir… Geldiği yıkık dökük binada annesinin yeni ailesi ve yönetmen Viktor'dan başka kalan yoktur. Yönetmen oyuncu seçmeleri ve film çekimi için dairenin birini annesinden kiralamıştır. Yönetmen çekeceği film için başrol oyuncusu olarak profesyonel olmayan birini aramaktadır. Rudolf annesini evde bulamayınca, şans eseri yapılan oyuncu seçmelerine katılır ve yönetmen onu çok beğenir. Başrol oyuncusunu bulduğunu düşünen yönetmen, delikanlı da garip bir hal olduğunu görmek istemez. Rudolf çekimi bırakıp gitmek ister ama Viktor üsteler ve bir deneme çekimi daha yapmasını ister. Rudolf’un eline bir kamera tutuşturur; genç kız Tunde ile oğlanı yan odaya gönderir. Çekimi onun yapmasını ister. Çekim sırasında hiç beklenmedik bir olay yaşanır ve deneme çekimi tam bir felaketle sonuçlanır. Rudolf kayıplara karışır….


Macar yönetmen Kornel Mundruczo, filmin senaryosunu Mary Shelley’in "Frankenstein" romanından esinlenerek yazmış. Senaryosunu yazmakla da yetinmemiş, filmdeki yönetmen-baba rolünü de kendisi üstlenmiş. 

"Duyarlı Evlat- Frankenstein Projesi”, küçük bütçeli, çok fazla karakter barındırmayan, tiyatro tadında psikolojik bir dram. Film, görselliği ile izleyeni fazlasıyla tatmin ediyor. Yakın çekimleri ve filme hakim olan pastel renkleriyle özellikle... Kısa süre zarfında pek çok şeyi anlatmaya çalışan yönetmen, filmde şahit olmadığımız geçmişte yaşanan bazı olayları diyalogların arasına sıkıştırmayı tercih etmiş.



Yavaş-sakin ilerleyen senaryosunda ufak tefek eksikler olsa da sevdiğim bir film oldu. Yönetmende dahil filmde yer alan oyuncular rollerinin hakkını vermişler. Rudolf ve Magda karakterlerini canlandıran iki genç oyuncuyu daha çok beğendim.

Bazı sahneler çok etkileyiciydi. Özellikle ana-oğlun arasında geçen konuşmalar...
Babasının kim olduğunu bilmeyen Rudolf annesine “Babam kim?” der. Annesinin cevabı ise sinir bozucudur: “Senin baban yok.” Bu da yetmezmiş gibi oğluna “Seni sokakta görsem tanımazdım, bunu biliyor musun?” der. Yetimhanede büyüyen, babasını arayan, kimlik bunalımı yaşayan 17 yaşındaki genç, duygularını da sağlıklı ifade edemeyen biridir.


Ayrıca filmin başlarında yer alan oyuncu seçmelerini izlemek eğlenceliydi. Yönetmen oyunculuğun sandığımız kadar basit bir şey olmadığını bizlere göstermek istemiş, sanırım…Filmin büyük bir bölümü yıkılmayı bekleyen, köhne binada geçer, sadece sonlara doğru dış mekan çekimleri yer alır. Görüntü yönetmeni çok başarılı bir iş çıkarmış, hele yakın plan çekimleri... Mükemmel görsellikle, doğal oyunculuklar birleşince ortaya hoş bir bağımsız film ortaya çıkmış.

Filmde işlenen cinayetler olsa da  esinlendiği "Frankenstein" romanınındaki gibi canavar olarak adlandırılan çocuk aslında kurbandır. 
“Duyarlı Evlat- Frankenstein Projesi”  toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı bir insanın yani Rudolf'un acıklı öyküsünü aktarıyor. 

Küçük bütçeli-bağımsız filmleri ve aile dramlarını seviyorsanız tavsiye ederim…





  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Submarine (2010)

"Çoğu insan kendisini yeryüzünde benzeri olmayan bireyler olarak görür. Bu düşünce, onları her şey yolundaymış gibi yataklarından kalkmaları, yemek yemeleri ve 
boş boş gezinmeleri için motive eder. Adım Oliver Tate."



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Baran (2001)


“Ziyaretine geldim bugün. Seninle konuşmak istemiştim. Tek bir kelime söylemeden beni sessizce izleyeceğini biliyordum. Senin için bir şey yapmak istiyorum, ama gözlerinden okuyabiliyorum; kimse yaban ellerdeki bir yabancının özlemini yatıştıramaz. Seni yıllardır görüyorum: bazı günler sokaklarda ve meydanlarda, bazı aylar kulelerde ve gökdelenlerde. Her binanın her tuğlasında senin parmak izin var. Seni duymak istiyorum, hayatın hakkında, ruhunu yaralayan savaş hakkında konuşurken, evsizlikten ve yalnızlıktan bahsederken. Afgan göçmenler hakkında bir film yapmak istiyorum. Oynamak ister misin?....” * 

Baran'ın yönetmeni Majid Majidi, 30 Mayıs 1999 tarihinde günlüğüne böyle yazmış.

( Alıntı: * A selection of Iranian Filmse 2001, Tahran, Farabi Sinema Vakfı, 2001)


Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesinin ardından ülkede çıkan iç savaş ve Taliban rejiminin zalim yönetiminden kaçan milyonlarca Afganlı ülkelerinden kaçıp 
İran’a sığınmışlardır. Afgan mültecilerin İran’da doğan yeni neslin büyük çoğunluğu ülkelerini hiç görmemişler. 

İran sinemasının dünyaca tanınmış ismi, uluslararası film eleştirmenlerinin beğenisini kazanan yönetmen, senarist ve film yapımcısı Majid Majidi “Baran” filminde İran’da kaçak olarak çalışan Afganlı işçiler meselesini, bir ilk gençlik âşkı öyküsü üzerinden 
naif bir şekilde aktarıyor. 


Latif bir inşaatta ayak işlerini yapan, aklı havada genç bir delikanlıdır. Afgan işçi Necef inşaatta çalışırken kaza geçirir ve ayağını kırar. Bunun üzerine yaşlı Afgan Sultan, ustabaşından Necef’in oğlu Rahmet'i işe almasını ister. Karısı bir yıl önce vefat eden Necef’in bakması gereken beş çocuğu olduğunu öğrenen ustabaşı Rahmet’i işe almayı kabul eder. Ve Latif’in yaptığı işi ona verir. Çay ve yemek yapıp, alışveriş işlerine bakacaktır. Latif kolay işini Rahmet’e kaptırınca onu bir rakip-düşman gibi görmeye başlar. Fakat bir gün şans eseri bu nazik oğlanın bir kız olduğunu öğrenir. Rahmet aslında Baran'dır. Latif, aynada saçlarını tarayan genç kızı görünce Baran’a âşık olur ve kini tutkuya dönüşür. Resmi görevlilerin ani bir baskını sonucu Afganlı tüm kaçak işçilerin inşaattaki işine son verilince, Baran’a sevdalı Latif genç kızın köyüne gitmeyi aklına koyar…


Latif’in âşkı öyle saf ve temizdir ki, hiçbir beklentisi olmadan, yürekten âşık olur genç kıza. Filmde Baran ve Latif tek kelime etmezler, göz göze bile gelmezler. Aralarında ufacık bir temas bile olmaz. Ama filmi izlerken Latif'in sevdasını yüreğimizde hissederiz.

Baran film boyunca tek bir kelime konuşmaz.Yönetmen Majidi, Baran’ın konuşmamasıyla ilgili sorulan bir soruya şöyle cevap vermiş: 
“Baran, kendini ifade edemeyen Afganistan’ı simgeliyor. Afganlar konuşamıyor.” 

Profesyonel olmayan oyuncularla, sinemaya hiç aşina olmayan Afganlılarla çalışan yönetmen Majidi filmini 8-9 ay gibi bir sürede tamamlamış. Filmde yer alan işçileri, inşaatta çalışan gerçek işçiler oynamış. Yönetmenin özellikle Baran’ı oynayacak oyuncuyu bulması çok zaman almış. Zahra Bahrami (Baran) on beş yıldır yaşadığı mülteci kampından ilk kez filmin çekimleri için dışarı çıkmış.


Baran saf âşkı tüm yalınlığı ve içtenliği ile anlatan bir film. Baran’ın iki anlamı var; 
hem kızın adı, hem de Farsça’da “yağmur” demek. Filmde önemli yer tutan Baran’ın ayak izini dolduran yağmur aslında Latif’in eriştiği olgunluğunda simgesi bir anlamda...

Majid Majidi “Cennetin Rengi” ve “Cennetin Çocukları” filmlerinde olduğu gibi insana dair, hayatın içinden sade ama bir o kadar samimi olan bir öyküyü mükemmel bir sinema diliyle anlatıyor. Filmde; hem Latif’in âşkı, hem de Afgan mültecilerin içinde bulundukları koşullar aktarılıyor. Majidi'nin diğer filmleri gibi soluksuz izledim ve yönetmenin öykü anlatımına, oyuncu seçimine, sinema diline bir kez daha hayran kaldım. 

Öylesine yalın ve içten bir anlatımı var ki filmin, böyle duru bir âşkı sinemaya aktaran sayılı film vardır. Filmde oynayan herkes, profesyonel olmayan oyuncular olmalarına rağmen muhteşem bir oyunculuk sergilemişler. Özellikle Hossein Abedini (Latif) ve Zahra Bahrami'ye (Baran) hayran kalmamak elde değil. "Baran" Majidi'nin başyapıtlarından biri. Ayrıca filmin uluslararası festivallerden aldığı 13 ödülü ve
4 adaylığı bulunmakta.

Sinemaseverlerin mutlaka izlemesi gereken bir başyapıt...




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

O-ssak-han Yeon-ae / Chilling Romance (2011)


Uzakdoğunun bu tip film afişleriyle aram pek olmasa da filmin afişindeki şemsiyeyi ve kızın yüzündeki mutsuz-şaşkın ifadeyi sevdiğim için filmi izledim. Hayaletli bir aşk hikâyesi olduğunu bilseydim, afişi beğenmesem de kesin izlerdim.

Sokaklarda sihirbazlık gösterisi yapan Ma Jo Gu, kendi kendine farklı bir gösteri yapması gerektiği düşünürken, seyircilerin arasındaki Gang Yeo Ri’yi fark eder. 
Filmdeki esas kızımız çok mutsuz görünmektedir ve diğer herkesten öyle farklı biridir ki tıpkı bir hayalete benzer. Sihirbaz oğlan gizemli kızın peşine takılır ve loş karanlıktaki siyahlar içindeki kıza bakarken, aklına bir fikir gelir… 

Ve büyük bir sahnede ikisi birlikte hayaletli bir sihirbazlık gösterisi sergilemeye başlarlar. Yeo Ri çok garip bir kızdır. İnsanlarla fazla konuşmayan, işi biter bitmez evine giden Yeo Ri, arkadaşlarının yemek davetini her seferinde geri çevirir. Ma Jo Gu yemek davetlerinden birine gelmesi için kızı ikna eder. Sihirbaz genç adam öyle görünmemeye çalışsa da Yeo Ri'den hoşlanmaktadır. Yemekte yaşanan beklenmedik  olaydan sonra ikilinin arasında bir yakınlaşma başlayacaktır. Yaşananları izlerken bizlerde yavaş yavaş Yeo Ri’nin neden böyle üzgün ve tuhaf göründüğünü öğrenmeye başlarız. 
Güzel kız yapayalnızdır, ailesi de Norveç’e göç etmiştir. Sadece telefonda görüştüğü eski bir okul arkadaşı olan Yeo Ri’nin içinde bulunduğu durumu öğrendiğimiz de bizde üzülürüz. Zira katlanması zor bir hayat sürmektedir…. 


İzleyecek olanları da düşünerek çok fazla detay vermek istemiyorum. Filmi sevdiğimi söylemeliyim. Hayaletli sahneler çok başarılı çekilmiş ve gerçekten insanı ürkütmeyi başarıyor. Sadece korku-gerilim filmi değil. Dram yönü de ağır basan film, samimi bir romantik komedi de aynı zamanda.

In-ho Hwang’ın ilk yönetmenlik deneyimi olmasına rağmen, çok başarılı. Senaristliğini de yönetmen üstlenmiş, bunun da etkisi olumlu yönde filme yansımış. Farklı bir öykü anlatan film samimi ve güzel kurgusuyla, özellikle başroldeki bayan oyuncu Ye-jin Son’un başarılı oyunculuğuyla izlenmeyi hak ediyor. Erkek başrol oyuncusuna gelirsek, Min-ki Lee’yi ilk kez izledim. Sanırım fazla film deneyimi yok. Alıştığımız Koreli erkek oyunculara pek benzemeyen aktör, doğal ve samimi oyunculuğuyla gayet başarılı. Ayrıca kıyafetlerini de beğendiğimi eklemek isterim.



Yeo Ri’nin yalnız ve mutsuz olduğunu kendine itiraf etmesi, iki arkadaşıyla yaptığı telefon görüşmeleri, oyuncağıyla öpüşme pratiği yapışı, sarhoşken yaptığı çılgınca hobisi, salonundaki çadırın içinde uyuması... hepsi çok hoştu.

“Chilling Romance” Korelilere özgü samimi bir aşk öyküsünü anlatıyor, aynı zamanda Yeo Ri’nin öyküsünü de…Hangisi daha iyi derseniz, iki öyküde öyle güzel kurgulanmış ki ayırmak istemiyorum. Keyif alarak izlediğim filmde, bazı sahnelerde hüzünlendim, güldüm; bazı sahnelerde de çok gerildim. Daha önce yazdığım gibi, hayaletli sahneler çok başarılı. Keşke bazı Uzakdoğu korku filmleri bu filmden örnek alsa… 




  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Mia

Uyuyan Prenses

Minik hanım yaz uykusu modunda.


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Intouchables / Dokunulmazlar (2011)


Yamaç paraşütü yaparken geçirdiği kaza sonucu boynundan aşağısı felç olan bir adam ile hapishaneden yeni çıkmış Senegalli siyahi genç bir göçmenin dostluğunu anlatan film gerçek hayatta yaşanmış bir dostluğu aktarıyor. Genç göçmen Driss ile Philippe'in şans eseri hayatları kesişir. Philippe çok zengindir, bir sürü çalışanıyla birlikte büyük bir malikânede yaşamaktadır. Evine işsizlik parası alabilmek için elindeki belgeye imzalatmaya gelen Driss’in dürüstlüğü ve doğallığından etkilenen, diplomalı hasta bakıcılardan sıkılan zengin adam radikal bir karar verir. Ertesi gün belgeyi alması için gelmesini söylediği Driss’i hasta bakıcı olarak işe alır ve genç Senegalli ile 24 saat aynı evde yaşamaya başlarlar.

Driss ve Philippe her konuda farklı zevklere sahip olsalar da, tek bir ortak noktaları vardır o da espri anlayışları. Hayata pozitif bakan, komik ikilinin arasında sıkı bir dostluk oluşur. Birbirlerinin hayatlarını değiştirirler. Driss olduğu gibi davranan, kimseyi umursamayan eğlenceli biridir. Philippe ise geçirdiği kazaya rağmen hayata tutunmaya çalışan, çok zeki ve sanat aşığıdır. İkilinin dostluğunu duygu sömürüsü yapmadan anlatan filmin dram yönü olsa da daha çok bir komedi filmi. Filmi gerçekten çok beğendim, aldığı imdb puanını da hak ettiğini düşünüyorum.



Kültür ve sınıf farklılığının, ötekileştirmenin diyalogla-dostlukla ortadan kalkabileceğini gösteren film, gelir dağılımındaki adaletsizliği, banliyöde yaşayan insanları, yaşadıkları zor şartları da gözler önüne seriyor. İnsanların birbirlerine hoşgörüyle, anlayışla davranmasının nelere kâdir olduğunu da...

Yönetmenliğini Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun yaptığı filmde başrollerde deneyimli Fransız oyuncu Francois Cluzet ile Omar Sy yer alıyor. İki oyuncu da 

öylesine samimi ve doğal ki, performansları mükemmel. Fransa’da büyük ilgi gören "Intouchables" gişe hasılatı rekoru kırmış. Ayrıca filmin 4 ödülü ve 8 adaylığı bulunmakta.

Hayata pozitif bakmamızı sağlayan, başarılı oyunculukları, güzel müzikleri ve samimi anlatımıyla, eğlenceli bir Fransız filmi.

Dramı ince bir mizahla ustalıkla harmanlayan, izleyenin yüreğine dokunmayı başaran
"Intouchables", gerçek hayattan uyarlanan senaryosuyla da izlenmeye değer.



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

We Need to Talk About Kevin (2011)


Kevin Hakkında Konuşmalıyız Eva’nın kocası Franklin’e yazdığı mektuplardan oluşan aynı adlı Lionel Shriver romanından uyarlanmış. Amerika’da bir lisede yaşanan katliamdan sorumlu olan 15 yaşındaki Kevin’ın üzerine kurulu olan film, aslında anne ve aile olma kavramını yoğun bir pişmanlık hissiyle birleştirerek, toplumun “annelik” kavramına bakış açısını da irdeliyor. Yer yer izleyenin sinirlerini zorlayan film, 
Kevin'ın annesi Eva hakkında…

“Bir gencin psikopat olmasının sebebi annesi midir? Yoksa bir insan doğuştan psikopat olabilir mi?” “Evladının işlediği bir suç yüzünden toplum anneyi mi cezalandırmalı?” “Yaşanan vahşetin sorumlusu kim?” sorularını kendi kendimize sorup cevaplamamızı isteyen bir psikolojik dram ile karşı karşıyayız 


Film İspanya'da yapılan domates festivaliyle açılış yapar. Her yer kıpkırmızıdır. Domateslere bulanmış  Eva Khatchadourian (Tilda Swinton)  kalabalığın ortasında kollarını açmış, mutlu bir yüz ifadesiyle gülümsüyor... Hemen ardından Eva dağınık, köhne bir odada uyanır ve geçmişiyle bugünü arasındaki yaşananlara parça parça şahit olmaya başlarız.

Eva bağımsızlığına düşkün, sürekli seyahat eden özgür bir kadınken Franklin’e âşık olur ve evlenir. Bir süre sonra hamile olduğunu öğrenen genç kadın pek istekli gibi görünmese de Kevin’i dünyaya getirir. Ve doğum sonrası kadınların çoğunun başına gelen şeyi yaşar; doğum sonrası depresyon. Doğumdan itibaren oğluyla sorunlar yaşamaya başlar. Kevin ile oyunlar oynayıp, onu konuşturmaya çalışsa da başarılı olamaz. Hatta oğlunun otizmli olmasından şüphelenir. Doktor hiçbir sorun olmadığını söylese de ortada bir sorun vardır. Küçük Kevin annesiyle hiç anlaşamaz. Bez bağlama yaşı geçmesine rağmen, tuvalete gitmemekte inat eder. Altına pisler ve bunu bilerek, isteyerek yapar. Yalnız olduklarında annesini çıldırtmak için elinden geleni yapar, babası eve gelince iyi huylu bir çocuk rolüne bürünür. Eva durumu kocasına anlatsa da adam ona inanmaz.Eva çaresizlik içinde bir çocuk daha doğurmaya karar....

Eva’nın bugününü ve geçmişte yaşadıklarını anlatan film, Eva’nın geçmişte yaşadığı anıları bazen uzun, bazen de kısa geri dönüşlerle aktarıyor. Geçmişi ve bugünü ayırt etmemiz çok kolay, çünkü Eva’nın yaşadığı yer, saçı, giyimi, her şeyi değişmiş… 

Filmde yaşanan katliamı, gerçek vahşeti, ölü bedenleri asla bizlere göstermeyen yönetmen Ramsay, filmin ilk saniyesinden itibaren kırmızının her tonunu, farklı nesneler kullanarak filmini neredeyse kırmızıya(kana) bulamış. Kevin’ın yaptığı katliamda akan kanlar sıçrayıp, filmin içindeki nesnelere bulanıyor âdeta. 


Filmin feminst bir yanı olduğu da yadsınamaz. Kadın olmayı, anne olmayı yaşananlardan sorumlu olmak olarak algılayan toplum ve erkek zihniyetini de eleştiriyor bir anlamda. Kevin’ın öldürdüğü çocukların aileleri Eva’yı her gördüklerinde ona işkence ediyor, suçlu olarak anneyi görüyorlar. Yönetmen Eva’nın evinin duvarlarında-camlarındaki boyaları temizlediği sahneleri özellikle uzun tutarak izleyenin rahatsız olmasını istiyor gibi… Birinin yapılandan sorumlu olması, ortalığı temizlemesi gerekiyor ve genellikle her toplumda bu nedense kadınlar oluyor. Modern sayılan Amerikan toplumu bile yaşanan vahşetin sorumlusu olarak kadını suçluyor. Eva kocasına oğluyla ilgili endişelerinden-korkularından bahsettiğinde; adam kadını ciddiye almıyor. Karısını çok seven erkek bile karısına güvenmek yerine, oğlunun tarafında yer alıyor. Anne olmanın ne kadar zor ve meşakketli bir şey olduğunu samimi ve gerçekçi bir şekilde aktaran film, anne olmanın toplumsal boyutunu da inceliyor.

Asıl suçlunun kim olduğunu sorgulayan filmde, belli bir noktadan sonra suçlunun Kevin mi yoksa Eva mı olduğu sorusu anlamsızlaşıyor. Çünkü Eva kendisiyle Kevin'ı ayırt edemiyor; bu bir çok sahnede de açıkça ifade ediliyor zaten.


1969 İskoçya doğumlu kadın yönetmen Lynne Ramsay 1996 yılında çektiği kısa filmlerle dünya film festivallerinde ödülleri peş peşe kazanmış ve Ratcather adlı ilk uzun metrajlı filmiyle de başarısını taçlandırmıştı. Dokuz yıl aradan sonra çektiği üçüncü uzun metraj filmi Kevin Hakkında Konuşmalıyız  ile bir çok ödül ve adaylık aldı.

Filme iki kadın damgasını vurmuş bence. Biri yönetmen Lynne Ramsay, diğeri de Tilda Swinton. İkisi de çok başarılı. Swinton harika bir oyunculuk sergilemiş. Beğendiğim oyuncuya bir kez daha hayran kaldım. Kevin rolündeki oyuncular Rock Duer, Jasper Newell ve Ezra Miller birbirinden başarılı. Oscar heykelciklerinin sinema adına verilmediğini bir kez daha anladım. Böyle muhteşem bir filmi göremeyecek kadar kör olmaları mümkün değil... 

Aynı konuyu işleyen başka filmler olsa da; kadınların elinden çıkmış olan Kevin Hakkında Konuşmalıyız farklı bir estetiğe ve derinliğe sahip. Mükemmel bir görselliği ve kurgusu olan film, başarılı oyuncu seçimiyle de sinemanın yedinci sanat olduğunu bir kez daha izleyene hatırlatıyor. Filmden çok etkilendiğimi söylemeliyim. F
ilmi izledikten sonra bile düşünmeye devam ediyorsunuz. Zihninizin bir köşesinde yer ediniyor. Romanı okuyup, tekrar izlemeyi düşünüyorum.

Her ebeveynin mutlaka izlemesi gereken bir film… Özellikle annelerin…



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

Medianeras (2011)


Arjantin’in başkenti Buenos Aires’de geçen film, çarpık kentleşmenin ve gelişen teknolojinin insanların hayatını nasıl etkilediğini ve yalnız-asosyal bireyler haline
nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor. Dramın yanı sıra hoş bir romantik komedi filmi olan “Yan Duvarlar” Mariana ve Martin’in hikâyesiyle buluşturuyor bizleri…



Düzensiz ve çarpık kentleşmenin yaşandığı Buenos Aires’de insanların yaşam alanları daha da küçülmüş, “Ayakkabı Kutusu” olarak tabir edilen tek odalı evler çoğalmıştır. Filmdeki esas oğlan Martin (Javier Drolas) de bu evlerden birinde yaşamaktadır. 
Web tasarımı yapan, ömrünün son 10 yılını bilgisayarı başında geçiren Martin panik atak sorunu yüzünden evinden dışarı adımını atmak istemez ve tüm gereksinimlerini internetten karşılar. Eski sevgilisinin giderken ona bıraktığı köpek sayesinde yeni biriyle tanışır ve köpekleri gezdiren uçuk kaçık bir kızla kısa süreli bir ilişki yaşar. Kelimenin tam anlamıyla sanal dünyada yaşayan, tüm ihtiyacını sanal alemden karşılayan Martin'in içinde bulunduğu durum hiç parlak görünmemektedir…
Hele oynadığı oyunlardaki rekorlarını saydığı sahnede çok güldüm. Kocaman bir madalyayı hak ediyor, sanırım… 

Duru bir güzelliği olan Mariana (Pilar Lopez de Ayala) 2 yıldır mimardır ama daha tek bir bina-bir oda bile inşa edememiştir. Geçimini sağlamak için vitrin düzenleme işi yapmaktadır. 4 yıllık ilişkisini sonlandıran Mariana da, aynı Martin gibi yalnız ve mutsuzdur. Dekor olarak kullandığı cansız mankenle sohbet edecek derece vahim bir durumdadır. (sadece o kadar olsa iyi…) Ayrıca genç kadının asansör fobisi vardır. 
Yüzme kursunda tanıştığı psikologla da işler yolunda gitmeyince iyice melankolik bir duruma düşen Mariana, yan komşusunun çaldığı piyanoyu dinleyerek teselli bulmaya çalışır. Duvara kulağını dayayıp müzik dinlediği sahne, daha doğrusu piyanoyu dinlediği sahneler çok hoştu. Verdiği tepkiler özellikle…


Aynı müzikleri dinleyen, aynı filmlere ağlayan iki genç insan yan yana apartmanlarda yaşar, fakat birbirlerinden bihaberdirler. Mariana ve Martin'in apartmanlarının sadece yan duvarları birbirine bakmaktadır. Apartman sakinlerinin birçoğu güneşi görmek ve biraz daha hava alabilmek için kaçak pencere açarlar. Martin ve Mariana da dairelerine bu pencerelerden açtırır.  İkisi de rastlantı sonucu pencereye çıkınca ilk kez birbirlerini görürler. "Acaba tanışabilecekler mi?" derseniz... İzleyin, görün derim.

İzleyeceğim filmlerin fragmanını genellikle izlemem. Bloga fragmanı eklerken ilk kez izledim. Fragman izlememekle ne kadar doğru bir karar almışım,  filmin çok hoş sahnelerini ilk kez filmde gördüğüm için mutluyum...


Arjantinli yönetmen ve senarist Gustavo Taretto, ilk uzun metraj filmiyle hem eleştiren, hem de gülümseten başarılı bir film çekmiş. Şehirleşmenin getirdiği yalnızlık duygusu, çarpık kentleşme sonucu daralan hayatlar, sanal alemde mutlu olduğunu sanan ama gerçek aşkı arayan Martin, mesleğini yapamayan-cansız mankenle sohbet eden mutsuz Mariana başarılı şekilde yansıtılmış. Teknoloji ve kentleşmenin hayatlarımızı ne kadar içler acısı bir hale getirdiğini, toplumdan yalıtılmış bir halde nasıl yaşayabildiğimizi sorgulayan film, bir anlamda toplumun psikolojik tahlilini yapıyor.

Başroldeki iki oyuncu da öyle doğal ve sevimliler ki, çok başarılıydılar. Medianeras, monologlar ve ilginç ilerleyen senaryosu ile sıkılmadan izlenen hoş bir romantik komedi olmayı başarıyor.

Romantik komediler pek tercih ettiğim bir tür değil ama Medianeras’i beğendim,
keyifle izledim. Özellikle filmdeki monologları çok sevdim.



  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...